27 Şubat 2011 Pazar

Çocukluk kariyerim: Buz pateni!

İnsan her zaman yakınlarından ve onların zevklerinden etkilenir. Benim biri benden iki, ötekisi yedi yaş büyük iki kardeş kuzenim var. İkisi de çocuk yaşlarındayken buz pateni yarışlarını yakından takip ederdi. Şampiyonalar önce video kasetlere kaydedilir; sonra da aile konseyinde uzun uzun yorumlanarak izlenirdi. Bu konseylerden hatırladığım ve en hoşuma giden şey büyüklerin de katılımıydı. Halam, eniştem, annem, babam bir anda uzman patenci kesilir yorumlar yaparlardı.

10-12 yaşlarındayken, ben de kuzenlerimin bu yoğun buz pateni ilgisinden etkilenmiş ve bir gün iyi bir patenci olmanın hayalini kurmuştum. Kurmuştum tabii... Hayatımda buz pateni kayma tecrübem ya iki ya da üç kezle sınırlıdır. Ne hayaliyse bu?

Bir de 'Paten Diskosu' özlemim var yıllardır. Amerikan filmlerinden gelen. Ancak henüz böyle bir mekanla karşılaşmadığım için bunu bir türlü gerçekleştiremedim.

Neyse... 90'lı yıllarda ünlü patenci kardeşler Isabelle ve Paul Duchesnay'e hayrandık. Onların 1990 şampiyonasındaki dansını biz de yapardık.


Tabii, ufacık bir farkla. Salondaki halının üzerinde. Buzun üzerinde olmadığımız için de çok başarılıydık. En büyük kavgamız şuydu: 'Kim Isabelle, kim Paul olacak?'

Herkes iki dansı da iyi bilirdi. Ne olur ne olmaz, o buluşmada kimin kim olacağı belli olmaz. Ayrıca kimse de hareketleri doğru dürüst bilmediği için halının üzerinde, popo üstü düşüp tüm aileye rezil olmak istemezdi.

O zamanlar İstanbul'da yalnızca bir pist vardı. Her İstanbullu'nun hayatında mutlaka bir Korukent macerası bulunur. Oysa şimdilerde bu iş, alışveriş merkezlerine kurulan daracık alanlarda yapılıyor.

Not: Esas dans 1. dakikadan sonra başlıyor :)





26 Şubat 2011 Cumartesi

Davet Sorumluluğu

KABARMIŞ RÖPORTAJLAR 1
ÖZLEM DALTABAN


Geçenlerde endişeli bir sesle Özlem aradı.

-Acaba bugün fırtına olabilir mi ki? Sizin orda havalar nasıl?

Özlem, Dot’un kurucu ve yöneticisi Özlem Daltaban. Yani Bayan Bel Kemiği. Dot’un kurumsal bütün işleriyle o ilgileniyor.

Dot’un, bu sene Koleksiyon’un Büyükdere Caddesi’ndeki merkezinde FESTEN’i oynadığını bilmeyen yok. Haberi her yerde çıktı. Biletleri daha gösteri ayı gelmeden tükeniyor. Dot, bu işten de anlının akıyla çıkıyor.

FESTEN için, Koleksiyon’un bahçesindeki çadır kullanılıyor. Çadır 150 seyirci alıyor. Oyunun konusu gereği yapılan ‘kutlama’ya sizler de dahil oluyorsunuz. Sahne ısındıkça terliyor, tedirgin oluyor, sinirleniyor, öfkeleniyorsunuz. Davet edildiğiniz o partiye, öyle oturduğunuz yerden bakakalıyorsunuz. Tıpkı oyundaki karakterlerin pek çoğu gibi. Christian’ın(Cemil Büyükdöğerli) yaptığını yapamadığınız için, Anne Else(İpek Bilgin) gibi sessiz kalıp, olan biteni görmezden geldiğiniz için kendinize çok sinirleniyorsunuz oyun bitince. Ama yapacak birşey yok. Zaten kendinizi fazla kaptırmamanız da iyi. Sonuçta bu bir tiyatro oyunu, siz de bir seyircisiniz.


FESTEN, Koleksiyon’un bahçesinde başlıyor. Sonra oyuncularla birlikte sahnenin bulunduğu çadıra geçiliyor. Oyun boyunca siz sıcacık yerinizde rahat rahat otururken(çadırın ısıtması bir harika, oturma düzeni herkesin görebileceği şekilde, sandalyeler de çok rahat) oyuncular bir içeri bir dışarı gidip geliyorlar. Çünkü Dot yine sınırlarının dışına çıkıyor ve oyun sırasında çadırın dışını da kullanıyor.

Oyunun içindeki seyirci varlığının önemini hissettikçe, kendimi ‘kutlama’nın davetlilerinden biri gibi görebildikçe Özlem’in endişesini anlıyorum. Aslında buna titizlik demek daha doğru olur. ‘Bilet satıldı, oyun oynandı, şu kadar kişi izledi’nin dışında birşey bu. Daha teknik ve epeyce misafirperver. Rüzgâr ya da yağmur sesi acaba oyun sırasında seyirciyi rahatsız eder mi?’ diye bir titizlik. ‘Acaba oyun iyi duyulmaz ve anlaşılmaz mı?’ diye bir incelik.

Yani aslında Dot, her gösterimde sanki gerçek bir ‘kutlama’ya ev sahipliği yapıyor. Davetlilerini arıyor ve bilgi veriyor.

Özlemcim; yağmur, fırtına sizi etkiliyor mu? Özlem: Aslında oyunun çadırda olmasından dolayı havaya bağlı hiçbir olumsuz durum yok. Normal bir yağmur oyunu tatlı tatlı destekliyor… Bir sorun olmuyor hatta güzel bir duygu desteği yapıyor. Giriş sahnesinde seyirciler aşırı ıslanmasınlar diye yağmurluk dağıtıyoruz. Aşırı yağmur ve rüzgârda ise yüksek oranda ses oluyor çadırda. Çadırın malzemesi nedeniyle yağan yağmurun ve sert esen rüzgârın sesi oyuncuların sesini engelleyebilir, oyun anlaşılmaz hale gelebilir. Bu nedenle, ‘tiyatro, yoğun ve yüksek hava koşullarında oyunu iptal edip, erteleyebilir’ diyoruz. http://www.go-dot.org/?p=514

Peki, seyircilere nasıl ulaşıp, oyunun ertelendiğini haber veriyorsunuz? Özlem: Seyircilerin telefonları bizde var. Olası bir durumda hemen arıyoruz onları.

Oyuncular peki? Onlar yağmurdan nasıl etkileniyorlar? Kostüm değişikliği oldu mu? Özlem: Oyuncular için ısıtmalar, şallar, şemsiyeler var. Oyun gereği paltolarıyla oynuyorlar. Hava durumunun olumsuzluğu yokmuş gibi davranmıyorlar.

Peki bu giriş çıkışlarda palto giyme vs.den dolayı oyunun süresinde sarkma ya da temposunda düşme oldu mu? Özlem: Hayır. Çünkü ona göre çalışılmıştı. Oyunun çadırda yapılacağı planlandığı an bunlar düşünülmüştü.

Seyircilerin FESTEN’in Koleksiyon’da ve Çadır’da olmasıyla ilgili yorumları nasıl?
Özlem: Seyirci mekana bayılıyor, bu oyun bir tek burada yapılırmış diyor.



Doğru söze ne denir?!



20 Şubat 2011 Pazar

Şşşt...Barbie Mesafeyi Koru!



Geçenlerde gazetelerde çıktı. Sizler de okumuşsunuzdur. 2004 yılının Şubat ayından beri ayrı olan Barbie ve Ken bu yıl 14 Şubat'ta tekrar bir araya geldiler. Bu konuda başlatılan kampanya ikiliyi bir araya gelmeye ikna etti.




Onların tekrar buluşmasını sağlayan biraz da Toy's Story 3 olmuştu. Filmde artık oynanmadığı için bir yuvaya bağışlanan Barbie, orada Ken ile karşılaşmış ve ona ilk bakışta tekrar kanı kaynamıştı. Ancak filmde, Ken kötü niyetli, pis kumarbazın tekiydi. Toy's Story 3'ü izlemeyenler varsa mutlaka izlemesini öneririm. 3. filmi izlemek için 1. ve 2. filmleri izlemiş olup olmamanız pek de önemli değil.



Peki, Barbie'nin televizyonda yayınlanan ilk oyuncak reklamlarından olduğunu biliyor musunuz?
işte, ilk Barbie reklamı:



Aslında Barbie'nin tüm hikayesi şöyle başlıyor. Amerikalı bir girişimci olan Ruth Handler, bir Almanya gezisinden kızları Barbara ve Kenneth'e armağan olarak bebek getiriyor. Çocuklarının bebeklerle çok ilgilendiklerini görünce hemen harekete geçiyor ve ilk Barbie, 9 Mart 1959'da Mattel tarafından piyasaya sürülüyor. Bu tarih, Barbie'nin de resmi doğum günü olarak kabul edilmiş. Barbie adının nereden geldiği ise oldukça basit: Handler'ın kızı Barbara'nın adından.
İlk Barbie, siyah-beyaz çizgili bir mayo giyiyor.

Barbie ilk çıktığında, çocuklar için olduğu pek anlaşılmıyor. Noel armağanları için hazırlanan bir kataloga konuyor. İlk siparişler hep erkeklerden geliyor. Aslında bunu nedeni çok basit çünkü Barbie bir bebek değil. Bir kadın. Makyajlı, alımlı, seksi bir kadın.

İşte, bu nedenle gündüz kuşağında yayınlanan 'Mickey Club' adlı çocuk programında ilk Barbie reklamları dönmeye başlıyor. Reklamda çocuklara verilen mesaj ise şöyle: "Sen de büyü ve benim gibi güzel ol, kadın ol, gelin ol!"

Bir başka dikkatimi çeken konu da; Ken'in erkek bebek olmasına rağmen Barbie serisi içinde yer aldığı için yine kız çocuklardan ilgi görmesi.



Bu arada Barbie ve Ken'in bir araya gelmesi şerefine, Sevgililer Günü'ne özel, bir de yeni ürün çıktı piyasaya ve iki sevgili tekrar aynı kutuya girdi. Merak ediyorum; acaba Mersin'deki Nevit Kodallı Anadolu Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi'ndeki '45 cm uygulaması'nı başlatmak isteyen müdür Barbie ve Ken'i aynı ambalaj içinde görünce ne yapacak?!

19 Şubat 2011 Cumartesi

Paylaşmak...

Geçen gün evdeki kitaplarımızı ayıkladık. Onları büyükçe bir kolinin içine doldurdum. Kolinin üzerine bir de not yazdım: “Sevgili komşularımız, bu kitaplardan istediklerinizi alabilirsiniz.”
Gelip geçerken kolideki kitapların sayısını kontrol ediyoruz. Kitap alınmış mı diye bakıyoruz. Ama yok, kimse dokunmamış belli. Önce sinirlendik. Küfür ettik. ‘Yahu nasıl olur bu millet hiç mi kitap okumaz’ dedik. Sonra baktık kitapların bir kısmı azalmış.
Ertesi sabah apartmandan çıkarken gördüğüm manzara ise şuydu:




Apartmanızın sevimli kedisi Goncagül, boş kutunun içinde oturuyor.

17 Şubat 2011 Perşembe

Anı Kutusu



Bazı insanlar geçmişle yaşar, her şeyi biriktirip saklarlar ya…
Geçmişe bağlılıkları bazen o kadar fazla olur, yaşadıkları anın keyfine bile varamazlar ya…

Hangisi olursanız olun, mutlaka bir an gelir, süzgeci elinize alır ve tüm geçmişinizi minik bir kutuya tutsak edersiniz.
Bazen o kutuyu yeniden bulursunuz, bazen de elinizin altındadır ve ihtiyaç duydukça açarsınız.

Ben de geçmişine aşırı bağlı ve anılarını tutsak edenlerdenim.

Bana tüm bunları yazdırtan da: ‘Aşk Tesadüfleri Sever’ adlı film.
www.asktesaduflerisever.com

Filmi hırıltı-zırıltı eşliğinde izledim.
Filme gitmeden, ‘kesin ağlayacaksın’ bilgileriyle donatıldığım için,
daha ilk sahnede bebekler doğarken, yani esas kız ve esas oğlan kareye çıkmadan ağlamaya başlamıştım bile.

Yaşamları tesadüflerle örülmüş Özgür(Mehmet Günsür) ile Deniz’in(Belçim Bilgin) öyküsünü anlatıyor film.
Flashbacklerle yüklü Ankara sahneleri…
Manhattan, 312, Kuğulu Park’ta yumurta savaşı, Kıtır, Şinasi Sahnesi, Deneme ve Kolej… Ankaralıları gülümsetiyor.
Zira Ankaralı olmayarak söyleyecek sözlerimin yarısını baştan kaybetmişim aslında.

Duvardaki BlueJean posteri, iki tekerlekli bisikletin selesinin arkasından sallanan küçük, siyah saklama çantası, perma saçlı anneler, dev tuşlu kasetçalar, dedeyle geçirilen zaman, bağırarak söylenen ‘Ele güne karşı’ ve Deniz’in teneke kutusunu açtığında azıcık da olsa gördüğümüz üflemeli top oyunu…
İşte bunlar da beni gülümseten şeyler.

Aslında başından beri beyazlar içinde olan Deniz’in ‘melek’ görüntüsüne hiç inanmak istemedim.
Özgür evden ayrılırken babasıyla(Altan Erkekli) olan tartışmalarına içim kan ağladı.
İki anneye(Şebnem Sönmez ve Ayda Aksel) yapılan yaşlılık makyajına bayıldım.
Sonradan aklanarak iyi kalpli olduğu gördüğümüz Deniz’in sevgilisine(Yiğit Özşener) ise, başından beri varlığıyla Deniz ile Özgür’ün arasında olduğu için, sinir oldum.
Yani kısacası gördüğüm her sahne, beni gerçekmiş gibi içine çekti.

Gelelim benim için filmin bir başka önemine…

Ben de içinde geçmişi sakladığım teneke kutumu açıyorum ve okul anılarımı çekip çıkarıyorum. Birden karşıma ‘Memo’ çıkıyor.

O zamanlar aynı servisteyiz. Ben ondan küçük sınıfım yani ufaklığım. O da okulun en havalı ağabeyi.
Sabahları ‘günaydın’, akşamüstleri de ‘hoşça kalın’ demeyi bir türlü öğrenemediğim için sürekli fırçalanırdım.
O ise servisin baş köşesine, öne, Murat Abi’nin yanına kurulur, boynu hafif öne yatık, uzun saçlarıyla yüzünün sağ yarısını kapatıp çevreye gizemli bakışlar saçardı.

O kısa deri ceketi ile –filmdekinin tıpatıp aynısı- Roxy’de söylediği şarkılar dillerden dillere dolaşırdı.

Filme emeği geçen herkesi kutlarım.
Film, o dönemde büyüyen herkesi gülümsetmesini başarıyor. Ayrıca insan böyle başarılı işlerde, gençken tanıdığı birilerini de görünce iyice gururlanıyor.


Not: Sevgili okurlar, sonunda ben de kendime twitter hesabı açtım: http://twitter.com/#!/BurcuUralKopan

Pinokyoo, Çabuk Bırak O Sigarayı Elinden!

Malum Şubat tatili nedeniyle, memlekette çocuklar için etkinlikler çoğaldı. Pinokyo’su, Alaaddin’i, Ben Ten’i hepsi bir pabuca toplandı.
Çalışan annelerin çoğu mutsuz. Ne yapsın, hangi birine götürsün. Zaten iki hafta sonu var. İzin mi alsın, hafta arası mı gitsin? Ne yapsın? Üstelik biletler de pahalı. Zor, çok zor.

Geçen hafta, Pinokyo Müzikali’ni izledim. Dekoru, kostümü, seslendirmesi çok güzeldi. Belli ki oyuncular, Türkçe sözcüklere dudak hareketleri otursun diye uzun uzun çalışmışlar.
Genelde bu tip etkinliklerde gözüme çarpan, çok eğlenen kızının yanında elindeki cep telefonuyla vakit geçiren babalar olur. Ama bu kez öyle bir görüntüyle karşılaşmadım. Çünkü Pinokyo, yetişkinlerin de ilgisini çekebilecek düzeydeydi.

Yalnız çok büyük bir itirazım var. Şu ‘uyuşturucu sigara’ da neyin nesi?
Öyküde, Pinokyo ve Sirk Çocukları, Ahmakistan’da uyuşturucu sigara içmeye zorlanırlar. Sonra da hepsinin eşek kulakları ve kuyrukları çıkar.

Öncelikle eşekleri çok severim. Bu konuda en büyük itirazımı Collodi’ye yapmak isterdim. Ama Collodi, şu anda kendini savunacak durumda olmadığı için çaresiz bu konuyu geçiyorum.

Şu sigara meselesini neden uyarlayıp değiştirmek istemediler bir türlü aklım almıyor. Oyunun büyük bölümü sigara içip, duman altı olan ve ‘uyuşan’ çocuklarla geçiyor. Koca koca sigaralar…

Özendirilen sigara

Dünyaca ünlü Alman yayınevi Taschen’in ‘All-American Ads -40S’ adlı 1940’lardaki Amerikan reklamlarını anlatan kitabından bir sayfa göstermek istiyorum size.

Reklamda tüm doktorların Camel kullandıkları ve onu önerdikleri yazıyor. Ayrıca “Yüz yaşıma kadar yaşayacağım, çünkü Camel içiyorum” diye bir mesaj da var.

Mad Men’i izleyenler de bilir. Bütün bölümlerde herkes fosur fosur sigara içer. Karizmatik Don’umuzun eski karısı Betty, hamileyken bile içerdi şu zıkkımı. Dizide sigaranın içilmediği sahne neredeyse yoktur.

Ama artık günümüzde yetişkin olmak için sigara içmek gerekmiyor.
9 Şubat Dünya Sigarayı Bırakma Günü’ymüş.
Burada sana sesleniyorum Pinokyoo, artık devir değişti. Sen de şu öykünün içindeki sigara konusunu bir kenara bırak.

Alaaddin on Ice

Dün de ‘Alaaddin on Ice’i görmeye gittim. Yeğenim Ali, elini buza değdirme konusunda çok ısrar etti. ‘Olmaz şöyle olur, böyle olur.’ dediysem de ikna edemedim. Çaresiz, buzun kenarında ‘nöbet tutan’ güvenlik görevlisinin yanına gittik.

Ben: - Biz size bir şey sormaya geldik abisi? Ali, neden buza elini süremez?
Güvenlik grevlisi: - Yoo, sürebilir. Ama hemen bir sürüp çeksin.

Hoppalaa…

16 Şubat 2011 Çarşamba

Bir Kocaman Eşşek

Görürgörmez renkleriyle beni çeken bir kitap bu. Konusu şöyle: Yavru eşek, büyüdüğünü annesine kanıtlamak ister. Kendi başına tuvalete gidebildiğini, giyinebildiğini, yemek yiyebildiğini gösterir.
Aslında yalnızca büyüdüğü değildir kanıtlamak istediği. Birazcık da annesini beğenmez. Kendi başına dolaşmak, başka dostlar edinmek ister.
Yolda önce bir maymunla kaşılaşır, sonra bir keçiyle ve bir de fareyle…
Sonunda Bayan Şıngırdak Domuzcuk’un yanına geldiğinde anlar, en iyi yerin Anne Eşek’in yanı olduğunu.

Kitabın çizimleri, özellikle küçük yaş grubundaki çocukların çizimleri rahat anlayabilmeleri açısından oldukça sade ve net. Karakterlerin renkleri canlı ve dikkat çekici. Ben çizimleri çok sevdim. Öyküyü zevkle okudum.

Bir itirazım çeviriye: Kitapta Anne Eşek tek ‘ş’ ile, yavru Eşşek hep iki ‘ş’ ile yazılmış. Kitabın Hollandaca ismine baktım, orada böyle bir harf oyunu yok.
Çevirmen bunu öyküye sevimlilik katmak için yapmış olabilir. Ancak henüz okuma bilmeyen bir çocuğun bu iki farklı yazılışa sahip eşek sözcüklerini çok ayırdedebileceğini sanmıyorum.
Bu durum kitabı okumak isteyen, yeni okuma yazman öğrenen çocukların ise kafasını karıştırır diye düşünüyorum.
Beni rahatsız eden bir başka şey de kitaptaki karakterlerden birinin adı olan ‘Kobay faresi’ sözcüğü. Yalnızca fare olsa eksik mi olurdu?


Yazan: Rindert Kromhout
Çizen:Annemarie van Haeringen
Can Çocuk
Okul Öncesi İçin

Tığ, şiş, yün, keçe…

Bizim ailede annem de anneannem de elişi konusunda ustadır.
Bana da genetik olarak bulaşmış. Bana bulaşan ustalık değil ama, yalnızca merak. Geçen sene keçe yapmaya takılmıştım. Çok zevkli denemek isteyenlere şiddetle öneririm. Keçe için satılan yünleri alıyorsunuz, zeytinyağlı sabun ve suyla keçeleştiriyorsunuz. Aslında çok zahmetli; ama ne kadar kötü de olsalar çıkan şeylere bayılmadan edemiyor insan.

İşte, bakın yaptığım keçeye bir örnek!

Anneannemi kaybettikten sonra, onun evini temizlerken, annem koliler dolusu yün, eklenmiş parça kumaşlar, tığ işle yapılmış battaniye parçaları buldu evinde. İnanmassınız belki bir koli sırf siyah yün, bir koli sırf kırmızı yün vs. çıktı. Annem onları renklerine ve malzemelere göre kutulara sınıflandırdı. Bir kısmını çeşitli meslek liselerine gönderdi. Bir kısmını da kardeşlere, yengelere, kuzenlere dağıttı.

İşte o günden beridir bizim evde ‘Akşam kız sanat okulu’ misali sürekli bir mesai başlar saat 9’dan sonra. Bir süredir kayınveldem bizde. Ona da bulaştırdım. Aldım yünleri, anneannemin başlayıp, annemin tamamladığı tığ ile yapılmış motiflerin aralarına haroşa ☺ kareler örsün diye ona verdim. Başlandık aşağıdaki battaniyeyi yapmaya.

Anne ve Çocuk Ev-Okulu

İnsanın, çocuğuna, evine, kendine, sevdiklerine birşeyler yapması kadar zevklisi yoktur. Bu konuda annelere kaynak olabilecek iki yeni kitap yayımladık: Anne ve Çocuk Ev-Okulu 1 ve 2. Kitaplardan ilki Okulöncesi için(0-3 yaş). İkincisi ise İlköğretim n sınıflar için(3-7 yaş). Bugün size birinci kitabı tanıyacağım.

Kitapta çocuların dokunma, görme, duyma, kavrama yeteneklerinin gelişimi, ufak ve motor gelişimleri, beden farkındalığı, yn duygusu, ritim duygusu, alan anlayışı ve bilgi gelişimine yönelik kolayca yapılan oyuncaklar, oyunlar, süsleme şekilleri, tekerlemeler, şarkılar var.

Kitap 7 ana bölümden oluşuyor: Bebeğin İlk oyuncakları, Banyo Zamanı, Sesli Oyuncaklar, Beden Hareketleri, Ev Oyunları, Bahçe Oyunları ve Oda Süsleme.

Bebeğin İlk Oyuncakları:
Bu bölüm, daha ilk aylarda bebeğinizin dikkatini çekebilmek için bazı farklı önerilerde bulunuyor: Bez oyuncaklar, kukla çoraplar, dokunmak ve sallanmak için eşyalar, kumaştan küpler, hatta yatağının çevresine asabileceğiniz dikkatini çekece süsler.

Banyo Zamanı:
4 aylıktan itibaren bebek, banyo sırasında oynamaya başlayabilir. Bu özel anları daha güzel hale getirebilmek için bu bölümde işinize yarayabilecek oyuncak önerileri var: Plastik şişelerden yapılmış hayvanlı sulama kapları, süngerden gemi veya balık, basit bir fileden oyuncak sepetleri, banyo eldiveninden yapılmış tüysüz bir ayı gibi. Ayrıca bebeğin renkleri öğrenmesi, becerilerini geliştirmesi veya vücudunu tanıması için bölümün sonundaki oyun sayfalarından da yararlanabilirsiniz.

Sesli Oyuncaklar:
Bütün gürültüler, çocukların dikkatini çeker. Doğduktan kısa bir süre sonra, bebekler duydukları sese doğru başlarını çevrebilirler. El ve ayak bileklerine takılan minik çıngıraklı bileklikler, ellerini ve kollarını hareket ettirdikçe ses çıkartacak, çocuğunuz da duyduğu sesin kaynağının kendisi olduğunu anlayacaktır. Bir süre sonra, iki nesneyi birbirine vurduğundada, ses çıkarttığını anlar. Bu dönemde ona sesli oyuncaklar vermenin tam sırasıdır: Yağmur çubukları, minik davul, buğday dolu toplar, maracas biberonlar!

Beden Hareketleri;
Kol ve bacaklarını hareket ettirebildiği ve kendisi de hareket etmeye başladığı andan itibaren bebek, çevresini saran eşyalarla iligili keşifler yapmaya çalışır.
Bu bölümde size sunulan önerilere örnekler: Yastık toplar, ipli oyunlar, büyük toplar, yastık atma, dev dominolar vs.

Ev Oyunları;
Bebek büyürken birkaç parçalık yapbozları hızlı şekilde yapmaya, aynı renkte veya şekilde eşyaları bir araya getirmeye, ufak şeyleri birbirine eklemeye veya kendi kendine küçük öyküler anlatmaya başlar. İşte size bu dönemde az malzemeyle yapılabilecek bazı oyuncaklar: Kağıt bebekler, minik yapbozlar, kuklalar, hafıza oyunları.

Bahçe Oyunları;
Bu bölümde park ve bahçelerden yararlanmanızı sağlayacak öneriler var.

Oda Süsleme
Bu bölümde bebeğinizin dikkatini çekecek süsleme şekilleri var.

ANNE ve ÇOCUK Ev-OKULU 1
Okulöncesi için bilişsel ve psikomotor alan etkinlikleri(0-3 Yaş)
Yazan: Kollektif
Marsık Yayıncılık

Eyvah, buzdolabında bir dil var!

Ben çocukken bizim evde pek et pişmezdi. Pişse de, “aman çocuk biraz da et yesin” diye sırf benim için pişerdi. O nedenle de ben, et yemeklerini pişirmesini bilirim, ne de yemesini. Ortaokuldayken uzun süre yediğim şeyin et döner mi tavuk döner mi olduğunu ayırt edemeden yaşadım.

Tabii, evlendikten sonra her şey değişti.
Daha evliliğimizin ilk zamanları. Özenip bezenip binbir çeşit sebze yemekleri hazırlıyorum. Yemek bitiyor. Ne yapacağını bilmeyen yeni evli çift edasıyla salona geçiyoruz. Tam ‘Oh! Her şey süper gitti. Hepsini yediğine göre, gerçekten güzel yapmışım’ diye kendi kendime havaya girmek üzereyken bir ses:

-Burcu, sosisli yiyelim mi?
-Nasıl yani sosisli?
-Şu aşağıdaki benzinciye gidip alayım. Orada satılıyor.
-Sen doymadın mı? Yoksa yemekleri mi sevmedin?
-Ne alakası var? Canım çekti.
-Canım ama buna ihtiyacın yok ki. Yemek yedik biz.

Oflamalar, poflamalar. Sonuç iki taraf ta mutsuz.

Aradan geçti altı sene. Bu seneler içersinde benim yeme alışkanlıkların epeyce bir değişti. Fazla uçlarda olmamak şartıyla bol bol köfte, biftek vs. tüketiyorum. Hatta canım bazen fena halde et istiyor. Ama hala evde et yemekleri pişirme konusunu eşime bırakıyorum. Hem işime geliyor, hem benden güzel yapıyor, hem de ağzının tadını biliyor…

Geçen sene 32. yaşıma girdiğim gün, kardan yollar az da olsa kapanmıştı. Cumartesi günüydü. Günü bizim mahalle ve civarında yürüyerek geçirdik.

Yürürken ‘Şampiyon’ gözümüze çarptı. Sanırım hem soğuktan, hem yorgunluktan, hem de bunca yıldır kendimce ‘çılgın’ diye nitelendirilecek hiçbir şey yapmadığımdan olsa gerek, kendime ‘kokoreç yeme’ hediyesi vermeye kara verdim.
Tahmin edebileceğiniz gibi elbette ‘Şampiyon’u ilk gören ben değildim. Bunu ilk teklif eden ben değildim.

O gün ilk kez yediğim kokorecin tadını çok sevdim ve o gün bu gündür tüketmediğim yılların hatırına hızla tüketiyorum.

Gelelim bugüne…
Yemek konusundaki ‘sert’ kaleleri iyice yıkılan Burcu’nun geldiği son duruma…

Biraz önce marketten döndük. Yiyecek, içecek, temizlik malzemesi vs. evin eksikleri için. Sonuç çok acı.

Şu anda buzdolabında bir dil duruyor.
Dile baktığım anda hayvanın diğer bütününü görüyorum. Gözümün önünde dili olmayan bir sığır koşuşturuyor.

Bu sefer yenik düşmeyeceğim. Onu kesinlikle yemeyeceğim.

Bandıra bandıra ye beni




Biz karı koca pek çay içmediğimiz için, evdeki çay bardaklarının durumu da pek önemsemeyiz. Çeşitli zamanlarda alınmış farklı boylardaki çay bardakları zamanla kırıldıkları için, eve çay içmek isteyen altı kişi geldiğinde; elimde Ajda, Sibel Can, Küçük Ceylan, Bülent Ersoy ve farklı farklı kupalardan oluşan bir tepsi ile girerim salona. Aslında bu durum misafirlerin de hoşuna gider.Herkes hemen en sevdiği bardağı almak için çaya uzanır.

Ajda’yı Paşabahçe çıkardığından beri biliyoruz. Sonra bizim semt pazarında gezerken bir gün Sibel Can bardaklarıyla tanıştım. Onların yanında minicik kalan eski tip bardaklara Küçük Ceylan adını verdim. Daha büyük ve yuvarlak hatsız olanlarına da Bülent Ersoy.

Ntv Yayınları’ndan ‘Gündelik Hayata Dair 104 Garip Bilimsel Gerçek: Bisküviyi Çaya Yatay Bandırın” adlı bir kitap yayımlanmış.
Bilimsel gerçekler şu başlıklar altında toplanmış: Ofis hayatı, yolda, dışarı çıktığımız geceler, boş zamanlar, daha iyi bir aşk hayatı, sağlıklı bir vücut, evin içi ve dışı, yiyecek ve içecekler, spor, alışveriş, ağrı ve diğer rahatsızlıklar, travmalar ve diğer kategoriler. Bu gerçeklerin hepsi pek ilginç. Her biri hakkında uzun bir yazı yazılabilir.

Ben hemen kitabın adına da konu olan 65. maddesini açtım: ‘Bisküviyi çaya dikey değil, yatay bandırın.’

Bunu herkes bilir. Bisküviyi çay bardağına daldırıp, fazlaca tutarsanız, çayınızın bitimine doğru içinde bisküvi parçaları yüzmeye başlar. Başlangıçta tavşan kanı olan çayınız –bu da ne kabul edilemez bir deyim- iyice bulanıklaşır. ‘Yok ben daldırırım ama bisküviyi içinde fazla tutmam, çayıma da hiçbir şey olmaz’ diyenleri duyar gibiyim. Ama itiraf edin onu yaparken de ya ‘hüüp’ diye düşmek üzere duran yumuşamış bisküvi parçasını içinize çeker ve rezil olursunuz ya da onu doğrudan yere düşürürsünüz.

Efendim, Bristol Üniversitesi’nden İngiliz fizikçi Len Fisher ‘bandırma konusu’na bilimsel açıdan yaklaşmaya kara veriyor ve önce bisküviyi mikroskobun altına yatırıyor falan filan. Ve sonunda ortaya çıkıyor ki bisküviyi yatay olarak yatırmak ve tamamının ıslanmamasını sağlamak onu çayın içinde eritmekten kurtarıyor.

Bir defa yatay değince sanmayın ki bisküviyi dar kenarından çaya batıracaksınız. Onu bir sal gibi çayınızı üzerinde yüzdürmeniz gerekiyor. Böylece bisküvinin alta yarısı çayı emerken, üst yarısı ıslanmıyor bile. Tabii çay meraklısı İngilizlerin çay bardakları kocaman, onlar istedikleri gibi bandırabilirler bisküvilerini.

Sorarım size; biz o ince belli, geniş kalçalı ya da yuvarlak hatsız çay bardaklarımızdan hangisinde yüzdürebiliriz bu bisküvi salını?



Gündelik Hayata Dair 104 Garip Bilimsel Gerçek
Bisküviyi Çaya Yatay Bandırın
Yazan:Rik Kuiper-Tonie Mudde
NTV Yayınları

‘Angry Birds’: Asabi kuşlar


‘Angry Birds’: Asabi kuşlar

Bir süredir ‘Angry Birds’ adlı oyuna karı koca deli gibi sarmış durumdayız. Kim daha önce oyunun başına geçecek diye, evde birbirimizle yarışıyoruz.
Artık gözlerim ‘şeş beş’ oldu. Bir de sinir yapıyor ki sormayın.
Oyunun bir öyküsü var: Bir gün domuz krallığı, askerleriyle kuşların yuvalarına saldırıp onların yumurtalarını çalar. Kuşlar da bunu üzerine domuzlara saldırır. İşte, oyunun tüm aşamaları kuşların düzenlediği bu saldırılar üzerine.
Artık nereye baksam bloklar, zıplayan kuşlar ve domuzlar görüyorum.

Oyunu heyecanla oynayıp tüm aşamalarını geçmek istiyorum.
Sanırısınız ki; oyunu bitirince kuşlar beni armağanlara boğacak. Yok öyle bir şey. Olacakları gayet iyi biliyorum: ‘Click here to get the new version!’ Yeni aşamalar için daha çok tıklama, daha çok indirme, daha çok ödeme.

Ben bu yazıyı yazarken Apple’ın sitesinden 10 milyar uygulama indirimi (download) çoktan yapılmış bile. Bir yandan bütün bu uygulamalar, programlar çok hoşuma gidiyor; bir yandan da hepsi bende bitmek tükenmek bilmez bir temizlik hissi uyandırıyor.

Televizyon ve video oyunlarından çıkan parlak, renkli ışıkların çocuklar üzerindeki etkisinin hiç iyi olmadığı bir gerçek. Buna örnek olarak 1997 yılında, Japonya’da yaşanan ‘Kitlesel hastalanma’ örnek gösterilebilir. 1997 yılının, 16 Aralık Salı gecesi Pokémon’un 38inci bölümü 37 yerel televizyon kanalında yayınlanırken, yayının ilk yarım saatinden sonra 600 kadar çocuk epileptik bulgularla hastaneye kaldırılmış.